Tarafsız haber için doğru adrestesiniz. Haber, Haberler, güncel haberler, internet haber,son dakika haberleri, ogaste.com farkıyla takip edin. En son haberlere bizimle ulaşın.
Yasal Uyarı: Sitemizdeki tüm yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilmeden kullanılması kesinlikle yasaktır. -
Copyright© 2006-2024 Tüm hakları saklıdır.
HABER YAZILIMI ve
TURKTICARET.NET projesidir
12 Eylül Gerçeği : “Our boys have done it!” (1)
ogaste.com Köşe Yazarı Necati Kartal, 12 Eylül'e dair tüm gerçekleri yazı dizisinde anlatıyor...
Başlıktaki cümle, Türkiye saatiyle 05.00, Amerikan saatiyle 21.30’da kulağa fısıldanan bir haberi anlatıyor.
CIA’in Türkiye İstasyon Şefi Paul Hanze, o sırada "Damdaki Kemancı" operasını izleyen ABD Başkanı J. Carter’ın yanına gidip, kulağına “Our boys have done it!” (Bizim Çocuklar Başardı) diyerek, 12 Eylül sabahı cuntacıların darbe yaptığını ve Türkiye’de iktidara el koydukları haberini veriyordu.
Bu el koyma, basit bir cunta hareketi değil; 12 Eylül Darbesi’ni yapan iç/dış mekanizma ve her türlü yerli işbirlikçilerinin, bu sürecin hem hazırlayıcısı, hem de kurtaranı rolüne soyunduğu ve sistemi topyekün değiştirmeyi hedeflediği, bir el koymaydı.
Kim ne derse desin, işin gerçeği şu ki bu el koyma yani 12 Eylül Cuntası; hem o gün, tüm psikolojik ve sosyal şartları oluşturup, halkın teveccühünü alarak, toplum tarafından hiçbir tepki ile karşılaşmadan iktidara el koyma işini başarmış, hem de sonrasında oluşan ve 44 yıldır hüküm süren ve kimsenin değiştirmek istemediği, yeni Türkiye’nin idari, siyasi ve ekonomik mimarisini oluşturma işinin bugüne kadar getirilmesini de sağlamıştı!..
“Our boys have done it !”
Bugün, siyasi partilerdeki başkanlık sultası, parlamentoların zayıflaması, iktidarların denetlenememesi, hukukun yürütme kontrolüne geçişi, demokrasi kültürünün zayıflaması, emperyalistlerin ülke üzerindeki kontrolü, kendilerine bağlı tarikat ve cemaatlerin büyümesi gibi ne kadar demokrasiden ve ulusal kültüren uzaklaşma varsa, bunların tümünün imar edildiği dönem, 12 Eylül 1980 darbesidir ve mimarları Milli Güvenlik Konseyi Cuntası ve yerli işbirlikçileridir.
12 Eylül cuntası; siyasal rejimi, siyaseti, siyasal partileri, siyasi aktörleri, siyasal kültürü, hukuku, idari yapıyı ve ekonomik modeli tümden değiştirmeyi üstlenen bir irade göstermişti.
12 Eylül cuntası; 1974’te başlayan ve 1977 yılı ve sonrasında tamamen CIA – NATO ve yerli işbirlikçileri eliyle tezgahlanan ve Türkiye’nin milli çıkarlarının tümden aleyhine sonuçlanan bir emperyalist projeydi.
Yukaridaki tanımlamaya hayli cüretkar diyebilirsiniz.
Ama 1970'li yılları, yaşananları ve sonuçta 12 Eylül cuntası ile gerçekleştirilenleri incelediğinizde sonucun bu olduğunu anlıyorsunuz.
12 Eylül Cuntası’nı anlayabilmek için, ülkenin, Ortadoğu’nun ve dünyanın jeopolitik durumuna bakmak, o dönemin iç ve dış konjonktürünü incelemekle mümkündür.
İç ve dış konjonktür pas geçilirse, 12 Eylül sadece cuntacıların “kardeş kanı akıtmasını durdurmak, ekonomiyi ve siyaseti rayına oturmak için yapılan zorunlu bir müdahale” zannedersiniz.
Oysa bu açıklama, bizzat kendilerince uygulanan politikalarla ülkenin getirildiği somut durum, yani sonuçtur ve gerçeklerin perdelenmesini sağlayan bir toplum aldatmacasıdır.
Çünkü, 12 Eylül Darbesi’ni yapan iç/dış mekanizma ve her türlü yerli işbirlikçileri, bu sürecin hem hazırlayıcısı olmuş, hem de kurtaranı rolüne soyunmuşlardır.
12 EYLÜL NASIL GELDİ, NE YAPTI?
On (10) Madde halinde süreci açıp inceleyelim.
BİRİNCİSİ; ORTADOĞU VE DIŞ KONJONKTÜR
O dönemde iki kutuplu dünya vardı.
Özel olarak da, Ortadoğu’da önemli değişimler yaşanmaktaydı. Şöyle ki, 1960'lı yılların sonlarından itibaren Irak, Libya, Mısır gibi ülkelerde BAAS rejimleri anti Amerikancı tavır gösteriyorlardı.
Buna bir de 1979 yılında meydana gelen Humeyni’nin İran İslam Devrimi de gerçekleşince, İran Amerika’dan tamamen kopmuş, hatta ABD, şeytan ilan edilmişti.
Ardından aynı yıl içinde Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etmiş, Amerikancı iktidarı devirmiş, kendi uydu iktidarını kurmuştu.
Yunanistan da Kıbrıs nedeniyle NATO’nun askeri kanadından çıkmıştı.
Ortadoğu açısından bakıldığında neredeyse, ABD ve NATO açısından Türkiye tek koz, tek jandarma olarak kalmıştı.
Bu anlamda NATO güney kanadının en önemli üyesi Türkiye’nin, ABD politikaları açısından istikrarlı hale gelmesi önem kazanmaktaydı.
İKİNCİSİ; ABD TÜRKİYE İLİŞKİLERİ GERİLMEYE BAŞLADI
Fakat süreç ABD ve NATO açısından, pek de istenildiği gibi gelişmiyordu.
12 Mart Muhtırası’yla ordu içindeki Kemalist, Sol Milliyetçi Kanatlar tasfiye edilmiş, ordu yapılanması tamamen NATO’cu şekle döndürülmüş olmasına rağmen, ülkede o tarihteki kısmen üçüncü dünyacı görüşlere yakın karakter gösteren Ecevit CHP’si ile Erbakan MSP’sinin 1973 yılında koalisyon hükümeti kurulmuştu.
Bu iktidar, ABD ve İngiltere’ye rağmen 1974 yılında, darbe yapan Nikos Samson’a karşı Kıbrıs Harekatı’nı düzenlemişti.
Bu ABD ile 70’lerde çıkan ilk çatışmaydı.
İkinci gelişme; ABD, ilk kez 12 Mart Cuntacıları’na yasaklattırdığı ve Türkiye’nin önemli gelirlerinden biri olan haşhaş ekiminin yasaklanmasını istiyordu.
Ancak, Ecevit hükümeti bu talebi Türkiye’nin menfaatlerine aykırı olması sebebiyle kabul etmiyordu.
ABD, 1 Ekim 1974’te haşhaş ekimi ve 3 Şubat 1975 Kıbrıs çıkarmasını bahane göstererek, Türkiye’ye karşı silah ambargosu uygulamaya başladı. Ordunun tüm silah altyapısı NATO-ABD’ye bağımlıydı. Bu ambargoya zamanla batı ülkeleri de katıldı. Bu da Türkiye'de yokluğun, yoksulluğun başlaması demekti.
Ambargo ilanı nedeniyle Türkiye de ABD’ye tavır aldı ve Türkiye’deki 21 ABD üssünü kapattı. Türkiye TUSAŞ 1973, ASELSAN 1975 yılında kendi silahlarını üretmek için faaliyete geçti.
Bu da ABD’ye rest çekmekti.
Buna zamanla bir de Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşüne onay vermemek eklenince, Türkiye’de artık adım adım ABD’ci bir darbenin hazırlanması gerektiği, Batı açısından kabullenilmişti.
Oysa ki, haşhaş ekimi, Kıbrıs çıkarması ve taviz alınmadan Yunanistan’ın NATO’ya kabulü, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırıydı.
ABD kontrollü darbenin hayata geçebilmesini sağlayan üçüncü nokta Türkiye’nin o tarihteki ekonomik durumu idi…
ÜÇÜNCÜ NOKTA; TÜRKİYE’NİN EKONOMİK DURUMU
(‘Şimdiye kadar biz ağladık işçiler güldü, şimdi sıra bizde’)
Bir yandan 1974 dünya petrol krizi, diğer yandan ABD ve Batı ambargosundan kaynaklanan etmenler, Türkiye’de yokluk süreci başlamıştı.
Ecevit hükümetine karşı, TÜSİAD boykot kararı almış, temel gıdadan, yedek parçaya kadar her şey karaborsaya düşmüştü.
70'li yılların son başbakanı Süleyman Demirel’in “70 cente muhtacız” demekteydi. Bu tanım, dış ticaret açığındaki artışı ve döviz darboğazını anlatmaktaydı.
İşsizlik, karaborsa ve işyeri anlaşmazlıkları ile beraber ekonomik krizi öne çıkarmış, Türkiye için zor günler başlamıştı.
Aynı zamanda 1980’lere doğru tüm dünyada neoliberal bir ekonomik dönüşüm yaşanmaktaydı.
AP azınlık hükümetinin ve sonradan 12 Eylül Cuntası'nın ekonomik patronu olacak olan Turgut Özal, 24 Ocak kararlarıyla ABD’nin istediği Neoliberal politikalara adım atmıştı.
Bilinen gerçek şu ki, istenilen “neoliberal reformları” uygulayabilmek için toplumsal muhalefetin olmaması, çok güçlü iktidar ve baskı ortamı gerekliydi.
Ama hükümet azınlık hükümetiydi. Ecevit, gelişmeleri doğru okuyan, sürecin cuntaya doğru evrildiğini gören, ilk parti başkanıydı.
Çünkü talep edilen program, yoksullaşmanın artırılması, demokratik hakların kısılması üzerine kuruluydu.
Nitekim 12 Eylül darbesi sonrası TİSK Başkanı Halit Narin’in; ‘Şimdiye kadar biz ağladık işçiler güldü, şimdi sıra bizde” beyanı, bunu doğrulamaktaydı.
Ünlü Amerikan araştırmacısı, MIT profesörü, dilbilimi ve terör uzmanı Naom Chomsky, 1980’li yıllardaki ABD politikalarını şöyle açıklıyor: “ABD, neoliberal politikaları hızlandırabilmek için dünyanın çeşitli ülkelerinde askerî darbeleri desteklemekteydi. (Chomsky, N. 1999).
O dönemde Türkiye’de yükselen toplumsal muhalefet, özellikle işçi ve öğrenci hareketleri ve fabrikalarda grevler artmıştı.
CHP Genel Başkanı Ecevit; bu ekonomik politikanın ancak cuntavari bir hükümet ile hayata geçirileceğini anlamış, bu nedenle “ulusal mutabakat hükümeti” önermekteydi.
Ulusal mutabakat hükümeti, Türkiye’nin iki büyük partisi olan CHP-AP koalisyonuydu.
Bu koalisyonu destekleyen ve sürekli gündemde tutan gazeteci, ABDİ İPEKÇİ bir suikaste kurban gidince, bu konuda da kimsenin sesi çıkmaz oldu.
12 Eylül darbesinin yargılamasının yapıldığı davadaki iddianamede, Milliyet Gazetesi Başyazarı Abdi İpekçi’nin, 1 Şubat 1979’da Mehmet Ali Ağca tarafından öldürülmesi olayını şöyle açıklamaktadır; “Ağca’nın, kendisine eylemi yaptıranları açıklayacağına dair açıklamasından sonra Maltepe Askeri Cezaevi’nden asker elbisesi giydirilerek kaçırılmasının, ülkenin kaos ve çatışmaya sürüklenerek yönetilemez hale getirilmesini isteyen güçler tarafından planlandığını gösterdiği anlaşılmaktadır” (12 Eylül Darbesi Davası İddianamesi)
DÖRDÜNCÜSÜ; SİYASAL ÇATIŞMALARIN BAŞLAMASI
Ne var ki, tüm bu ekonomik krizler ABD emrinde bir cuntanın gelebilmesi için yeterli psikolojik şart oluşturmuyordu.
En tehlikeli model olan, iç çatışma, tarafları siyasal, etnik ve mezhepsel olarak bölme ve birbirlerine karşı düşmanlaştırma politikasına geçilmeliydi.
Ülke zaten suni olarak sağ ve sol cephe olarak bölünmüş, partiler arası diyalog zor bir durum almış, her siyasi görüş, karşıt siyasi görüşü rakibi olmaktan öte, düşmanı olarak görmeye başlamıştı.
Bu karşılıklı kutuplaşma ve uzaklaşma parlamentoyu da kilitlemişti. Toplum gözünde mevcut siyasi partiler ve demokratik yollarla ülkenin sorunlarının çözülemeyeceği psikolojisi oluşturma gayretleri, TBMM yi kilitlemiş, Cumhurbaşkanı, 114 tur oylamaya rağmen hala seçilememişti.
Ülke oldukça gergindi.
BEŞİNCİSİ; CIA VE GLADYO DEVREDE
En tehlikeli nokta dediğim, iç çatışma gençlik arasında körüklenmeye başlamıştı.
Bu sürece, çok iradi olarak adım adım gelindi. Bu geliş bizzat CIA ve kontrgerilla tarafından adım adım olgunlaştırıldı.
Şöyle ki, çatışmanın radikalleşmesini sağlayan en önemli gelişme 1 Mayıs 1977’de yaşandı.
1977 yılında 1 Mayıs mitinginde, CIA ve Gladyo bir katliam gerçekleştirerek, sürecin radikalleşmesini sağlamıştı.
İntercontinental Otel’den ve sular idaresinden kalabalığa ateş açılmış, 34 kişi ölmüş ve yüzlerce kişi yaralanmıştı.
Dönemin olayını soruşturan Toplum Suçları Cumhuriyet Savcısı Çetin Yetkin;
“Olay öncesinde, sırasında ve sonrasında çekilen fotoğraflar ve filmler incelenmedi. Silahla ateş ederken fotoğrafları çekilen ve yüzleri açıkça görülen kişilerin fotoğrafları polis arşivlerinde bulunanlarla karşılaştırılmadı, kim oldukları araştırılmadı. Ben kendim bir kısım fotoğrafları toparlamıştım. Fotoğrafların arkasını mühürleyip mahkemeye verdim. Fotoğrafların büyütülüp yüzlerinin ve ellerindekilerin belirlenmesi için Adli Tıp’a gönderildi. Sadece bir yazı geldi. O fotoğraflar sonra ortadan kayboldu” demekteydi.
Yine Soruşturmayı yürüten Toplum Suçları Bürosu Savcısı Muhittin Cenkdağ, sonradan basına yansıyan beyanında,ABD’li bir grubun Türkiye’ye gelişine dikkat çekiyordu.
Cenkdağ; "Meydana ateş edilen noktalardan biri olan Intercontinental Oteli’ne o gün için müşteri alınmaması emrinin verildiğini, ancak olaydan önce havalimanına gelen ABD’li bir grubun ateş açılan kata yerleştirildiği ve olay biter bitmez oradan ayrılıp ülkeyi terk ediyorlar.” demekteydi.
Keza yine soruşturma savcısı Çetin Yetkin’ “MİT oteldeki Amerikalıları gizledi.” sözü o günün Türkiyesi ile ilgili önemli ipucu vermektedir.
MİT'in içindeki önemli noktalarda olan bir kısım görevliler, böyle bir şey yapabilir mi?
Ülkenin önemli bir kurumun içindeki görevli bir kısım insanlar, Türkiye’nin menfaatleri ile çatışan, Türkiye’ye ambargo uygulayan ABD’nin bir kurumunun Türkiye de katliam yapmasına göz yumup, bunlara destek yardım edebilir miydi?
Bunun cevabı olabilecek bir açıklamayı, yine bir dönem önceki MİT Müsteşarı Fuat Doğu ve 70’li yılların ünlü Dışişleri bakanı İhsan Sabri Çağlayangil yapmaktaydı.
Önce Fuat Doğu’nun o vahamet dolu açıklaması.
Akademisyen ve bir dönem AK Parti Miletvekili ve Genel Başkan yardımcısı Prof. Dr. Selçuk Özdağ açık bir televizyon programında; MİT Müsteşarı General Fuat Doğu’nun kendisyle yaptığı bir söyleşide; “Ben Milli İstihbarat Müsteşarlığı yapmadım, ben CİA’nın Türkiye şube müdürlüğünü yaptım.” diyerek, o yıllardaki CIA’nın MİT üzerindeki etkisini anlatmaktaydı.
(Kaynak: a haber Memleket Meselesi programı Prof. Dr. Selçuk Özdağ: Eski MİT Müsteşarı Fuat Doğu CIA ajanıydı ) (https://www.youtube.com/watch?v=gbUn9EcW9UY)
Şimdi bu videoyu izleyelim.
https://twitter.com/necokartal/status/1701539714203898087
Yine 1965-1971 ve 1975-1977 arasında TC Dışişleri Bakanlığı, 1980 yılında Cumhuriyet Senatosu Başkanı ve 6 Nisan-12 Eylül arası vekaleten Cumhurbaşkanı olan İhsan Sabri Çağlayangil anılarını anlatırken bu konuya ilişkin; “1973 yılına kadar MİT’in maaşlarının ABD ödüyordu” demesi, CİA-MİT ilişkisine bir boyut daha katmaktaydı.
Peki CIA ve ABD sadece MİT’i mi kullanıyordu.
Hayır !..
Birkaç yıl sonra aynı şekilde ABD çıkarları lehine darbe yapacak olan ordu içindeki bir kısım insanları ve yapıları da kullanıyordu.
Bunu nereden biliyoruz? Zamanın başbakanından.
Başbakan Bülent Ecevit diyor ki; “Genel Kurmay başkanı Semih Sancar geldi para istedi. Neden diye sordum, Özel Harp Dairesi adında bir yapılanma(örgüt) olduğunu parayı bunun için istediğini söyledi. Ben böyle bir kurum bilmiyorum, kim bunlar dedim. Gerçekten bilmiyordum. Bu güne kadar giderlerini nasıl sağlıyordunuz dedim. GKB Sancar, bu güne kadar parayı Amerikalılar gönderiyordu, bu yıl kestiler dedi. Çok şaşırmıştım. Peki bunların merkezi nerede, nerede otururlar diye sordum, ABD askeri yardım binasının bir kanadında dediler.” (Kaynak: Türkiye’de Kontrgerilla Gerçeği | Bülent Ecevit Anlatıyor | 32. Gün Arşivi)
Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e anlatımını dinleyelim.
https://twitter.com/necokartal/status/1701539699909591488
Düşünün; gelecekteki kısmen hayali bir nedenle ve olup olmayacağı meçhul bir nedenle ABD’nin projesiyle kurulmuş, parasını, silahını ABD’nin verdiği ve Genel Kurmay'a bağlı, her türlü karanlık eylemler yapmaya müsait ve içinde sivillerin olduğu bir kuvvet var, silahlı kuvvetlerin içinde varlık gösteriyor.
O dönemin en yetkili kurumu ve devleti idare etmekten sorumlu başbakanlık bu örgütten haberdar değil. Bu örgütün nasıl denetlendiği meçhul. Daha doğru bir deyişle, sadece CIA denetleyebiliyor.
Peki bu ABD tarafından finanse edilen ve ordunun içinde bulunan bu silahlı örgüt, proje dahilinde ilerleyen gençlik çatışmalarını organize edebilir miydi?
Bunun cevabını da yine zamanın Başbakanı Süleyman Demirel yanıtlıyor.
Dönemin başbakanlarından Süleyman Demirel;
“Ecevit’e özel ulak göndererek kendisine suikast yapılacağını” bildiriyordu.Nitekim, Mayıs 1977’de İzmir Çiğli Havaalanı’nında bu girişim gerçekleşiyor, bir kişi yaralanıyordu. Suikaste kullanılan ve Türkiye’de 3 tane bulunan ABD yapımı henüz deneme aşamasında olan Tengas marka silahın, yukarıda bahsi geçen kuruluş olan Özel Harp Dairesi envanterine kayıtlı olduğu belirleniyordu.
Yine Demirel, sonradan yaptığı bir ropörtajda cunta lideri Kenan Evren’e şunu soruyor; "11 Eylül günü akan kan, neden 13 Eylül günü tamamen kesildi. Kimdi bu akan kanın arkasındaki güç, bunun cevabı verilmeden hiçbir uygulamanız meşru olmayacaktır.” demekteydi.
Bu iki videodaki anlatımlar ve ülkenin Genel Kurmay başkanının, MİT müsteşarının, Dışişleri bakanının, başbakanların itirafıyla; ABD-NATO ve CİA’nın, MİT ve Askeriyenin bir bölümü üzerinde nasıl bir yönlendiricilik ve otoriteye sahip olduğunu göstermektedir.
F. ALTUN: NEREDEYSE EMİR KOMUTA ZİNCİRİ KURULMUŞ
Tüm bu ilişkiyi daha açık dile getiren ve bugün Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı görevini Yürüten Prof. Dr Fahrettin Altun Sabah gazetesindeki FETÖ darbesi sonrası, eski döneme atıf yaptığı yazısında durumu şöyle değerlendiriyor;
“Türkiye siyasi tarihindeki karanlık noktalar, sokak kalkışmaları, faili meçhuller, kitlesel katliamlar, evet bütün bunlar öncelikle Türkiye’yi kendi istediği noktaya çekmek için çaba sarf eden dış aktörlerin mahareti!
Ne var ki bu yabancı aktörlerin içerideki işbirlikçileri olmadan bunca cürmü işleyemeyeceklerini de hepimiz biliyoruz.
Düşünün, bu ülkenin “milli istihbarat teşkilatı” yıllarca ABD’nin istihbarat teşkilatının güdümünde hareket etmiş.
Burada sadece zihniyet düzleminde bir Amerikancılıktan bahsetmiyoruz.
Neredeyse bir emir komuta zinciri kurulmuş.” (Sabah: F. Altun ‘Bu nasıl Milli İstihbarat’ Köşe yazısı - 29.12.2016))
Zamanın İstihbarat Dairesi hakkında; Dışişleri eski Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in, General Fuat Doğu'nun anlattıklarına ve hala Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Altun'un “Neredeyse emir komuta zinciri” tanımlamasına dikkatinizi çekerim.
YARIN - 2. BÖLÜM
En Çok Okunan Haberler