Hava Durumu
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文

12 Eylül Gerçeği : “Our boys have done it!”- 2

Yazının Giriş Tarihi: 12.09.2024 14:53
Yazının Güncellenme Tarihi: 20.11.2024 08:04

12 Eylül Darbesi’ni yapan generaller ve yerli işbirlikçileri, bu sürecin hem hazırlayıcısı olmuşlar hem de kurtaranı rolüne soyunmuşlardı.

Dünkü yazımızda, 12 Eylül darbesine getiren iç ve dış konjektürü ve işbirlikçiler eliyle yapılan tezgahları beş madde halinde aktarmıştık.

Bugün, çatışmaların körüklenmesi ve şartların olgunlaştırılması için, yapılan tezgahları beş madde halinde aktarmaya çalışacağım.

Önce beşinci madde olan, “CIA VE GLADYO DEVREDE” bölümüne devam edelim.

SAVCI: ASLİ FAİLLER HİÇ YAKALANMADI

12 Eylül darbesi aleyhine açılan davada iddianameyi hazırlayan savcı, Bedrettin Demirel ve Süleyman Demirel’in bu iki röpörtajını delil göstererek, bir iddiada bulunuyor;

 “1970’li yıllarda siyasal ve ideolojik örgütlenmeler toplumun kamplara bölünmesine yol açtı. Ekonomik krizin etkisiyle ülke borçlarını ödeyemediğinden iflasın eşiğine gelindi. Darbeye zemin oluşturmak isteyen güçler, tertipledikleri terör olaylarıyla ülkeyi adım adım askeri darbeye sürükledi. Olaylarda herkesçe görülen asli failler bir türlü yakalanamadı. Olaylar ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler tarafından çıkarıldı.

(…)

Evren’in denetiminde bulunan askeri yönetimin, ülkenin kaosa sürüklenerek darbe şartlarının oluşmasını bekledikleri sonucuna varıldığı (…)

Şüphelilerin her halükarda darbe yapma niyetinde oldukları, darbe şartlarının oluşması için bekledikleri, bu nedenle terör olaylarına kasten müdahalede bulunmadıkları anlaşılmaktadır.”  (12 Eylül Darbe davası İddianamesi)

Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü, ülkedeki ekonomik durum ve CIA’nın Türkiye’nin önemli kurumları üzerindeki kontrolünden sonra sıra Türkiye’de çatışmaların büyümesi ve sürecin radikalleşmesine geçilmekteydi… Onların deyişiyle; “Şartlar tam olgunlaşmalıydı.”

 

ALTINCISI; SÜRECİN RADİKALLEŞTRİLMESİ, ÇATIŞMALARIN HIZLANDIRILMASI

Evet tekrar dönelim, sürecin nasıl radikalleştirildiğine;

1 Mayıs katliamı sonrası 1978-79 dönemine Türkiye çatışmalar yükselmeye, süreç radikalleşmeye başladı.

12 Eylül Darbe Davası iddianamede Savcı; 

“12 Eylül öncesinde, 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan 1 Mayıs 1977 olayın oluş şekli, görgü tanıklarının anlatımları, ateş edenlerin birçok kişi tarafından görülmesine rağmen gerçek suçluların hiçbirisinin yakalanamaması gözetildiğinde, olayın toplumu kaosa ve iç çatışmaya sürüklemek, nihai hedef olarak ise askeri darbeye zemin hazırlamak amacıyla devlet içinde yönetimi ele geçirmek isteyenlerin yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış bir provokasyon olduğu görülmektedir.”

 (…)

“12 Eylül askeri darbesi öncesi ülkede yaşanan terör olaylarında, halkı kışkırtmak ve karşı karşıya getirmek için çoğunlukla aynı argümanların kullanılması, olaylarda herkes tarafından görülen asıl faillerin olaylardan sonra bir türlü yakalanamaması, yakalanarak yargılananların ise birbirlerine karşı kışkırtılarak çatışmaya sürüklenen kişiler olması, olaylara ya hiç müdahale etmeyen ya da geç müdahale eden güçlerin tutum ve davranışları, bazı olaylarda bizzat güvenlik güçlerinin kullanılması hususları gözetildiğinde, olayların, ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, şüphelilerin denetiminde bulunan askeri yönetiminse, ülkenin kaosa sürüklenerek darbe şartlarının oluşmasını bekledikleri sonucuna varılmaktadır.” demektedir. (12 Eylül Darbe davası İddianamesi)


 

YEDİNCİSİ; “ŞARTLARIN OLGUNLAŞTIRILMASI” BU SÖZÜ HİÇ UNUTMAYIN.

ÇÜNKÜ;

Zamanın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Evren ve İkinci Ordu Komutanı Orgeneral Bedreddin Demirel’in “Darbeyi daha önce yapacaktık ama şartların olgunlaşmasını bekledik” açıklamaları, çok önemlidir.

Yaşanan geçmişe bakınca karşımıza çok önemli bir soru çıkıyor ; “şartların olgunlaşması ne demektir?”

Yaşananlara göre;

Şartların olgunlaşması demek, daha çok ekonomik kriz, daha çok siyasal kriz,

Şartların olgunlaşması demek, daha çok yokluk, yoksulluk, daha çok sisteme olan güvensizlik demekti.

Şartların olgunlaşması demek, daha çok provokasyon,

Şartların olgunlaşması demek, daha çok gerginlik, daha çok saflaşma, daha çok  nefret, daha çok düşmanlaşma demekti.

Şartların olgunlaşması demek, daha çok katliam,

Şartların olgunlaşması demek, daha çok çatışma, daha çok kan, daha çok ölüm demekti.

Nitekim, bu lafların edildiği dönemde henüz bu çatışmalarda ölen insan sayısı 70-80 kişi iken, şartları olgunlaştırarak, ortalama 3 bini sol, 2 bini sağ olmak üzere 5 bin kişiye çıkardılar ölüm sayısını.

Sürecin radikalleşmesinde kitlesel ölümler ve saldırılara geçiş, 1978 Aralık ayında yaşanan Maraş Katliamı’yla oldu. Ardından Çorum olayları, önemli kişilere suikastlar, sokak çatışmaları ile düşmanlıklar geri dönülmez bir hal alırken, ekonomide de yokluklar, karaborsalar, kuyruklar, yoksulluk ve ekonomik krizler şartların olgunlaşmasını sağladı.

Şartların olgunlaşması için;

Daha çok yoksulluk istediler oldu,

Daha çok kriz istediler oldu,

Daha çok kuyruk istediler oldu.

Daha çok çatışma istediler oldu,

Daha çok kan istediler oldu.

Bu şartların yarattığı vahamet sonucunda, müdahala geldi ve müdahale edilmesinden dolayı memnun olan halk;

12 Eylül sabahı, ülkede yaşanan kardeş kavgasının son bulması, ekonomik krize çözüm bulunması, siyasal krizin çözülmesi için kurtarıcı olarak gelen CIA kontrollü darbeyi alkışlamaktaydı.

 

SEKİZİNCİSİ; ABD MEMNUN, TÜRKİYENİN ULUSAL ÇIKARLARI “OUT”, ABD ÇIKARLARI “IN”

12 Eylül sabahı, işin ağababası olan ABD’de saatler akşam saat 9.30’u gösteriyordu. CIA Ankara İstasyon Şefi, Paul Hanze, o sırada "Damdaki Kemancı Operasını" izlemekte olan ABD Başkanı J. Carter’e; ‘Our boys have done’ “bizim çocuklar başardılar” demekteydi.

Yani “onların çocukları” cuntanın Türkiye’de yönetime el koyduğunu, demokratik sistemi tasfiye ettiğini ve planlamanın doğru sonuçlandığını duyuruyordu.

Anladığımız kadarıyla; bu darbeyi yapan generalleri J. Carter’in dediği gibi, onların çocukları mıydı?

Bir anlamda evet;

Çünkü, 12 Eylül darbesini yapan Cuntacılar, Türkiye’nin ulusal çıkarlarının tamamen karşısında olan ve ABD lehine olan uygulamaları derhal hayata geçirmeye başlamışlardı.

İlk iş olarak, ABD’nin geliştirdiği neo-ekonomik programa sadık kalacaklarını ekim ayında ilan ettiler.

İkinci olarak yine hiçbir taviz koparmadan 18 Kasım 1980’de ABD üstlerini yeniden açtılar.

Üçüncü olarak; yine hiçbir taviz almadan 20 Ekim 1980’de Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşüne onay verdiler.

Yaptıkları tüm işler Türkiye’nin çıkarlarının aleyhineydi.

Bunlar ABD Başkanı J. Carter’in dediği gibi “bizim çocuklar”dı.

Bize göre de “onların çocukları.”

Evet; 70’li yılları çeşitli provokasyonlarla kana bulayan, izleri hala silinemeyen büyük düşmanlıklar yaratan, uzun yıllar hafızalardan silinmeyen kuyruklarla ekonomik krizi derinleştirip toplumu yoksullaştıran, emekçi kitlelerin demokratik haklarını geri alınamamak üzere gasp eden, ülkenin tüm milli çıkarlarını satan; ama faturayı, sağcı-solcu gençlere ve dönemin siyasi liderlerine çıkaran “Onların Çocukları”ydı bunlar.

Ekonomik krizler, iç çatışmalarla başarılmış olan darbe, şimdi kuşaklar arası kopuşu gerçekleştirmek ve yeni bir kuşak yaratmak programına geçti…

DOKUZUNCUSU; ABD VE OTORİTE YANLISI YENİ GENÇLİK ARAYIŞI

ABD ve Onların Çocukları neyi amaçlamışlardı?

Amaç, Ortadoğu’da Yeşil Kuşak oluşturmak ve bu nedenle Türkiye’de kuşaklar arası kopuşu gerçekleştirmek ve yeni bir nesil yetiştirmekti.

O nedenle işe önce gençlikten başlandı ve zamanla demokratik haklar mücadelesi veren orta yaş grubu mesleki örgütlerine uzandı. Buradan (Kürt-Ermeni gibi) etnisitelere ve (Alevi-Sünni) mezhebi yapılara da yansıtıldı.

 

 

Bunların bir kısmı, gelişmenin diyalektiği gereği sosyolojik nedenlerle kendiliğinden, bir kısmı özel provokasyonlarla gerçekleştirildi.

Bu gelişmede, düşmanlaştırma ve çatışma modelini,  önce gençlik ve ardından meslek örgütleri olarak ele alırsak, görüşlerin ve önermelerin hangisi ne kadar doğru,  bu çatışma sürecinde kim ne kadar sorumlu, kim ne kadar bedel ödedi anlamında Türk siyaseti bunun hesabını hiç yapmadı.

Ama o dönemde eğer provakasyonlar ve karşılıklı düşmanlaştırma bu derece olmasaydı, tartışma ortamı ve görüşler üzerinde yürüyen tartışma ve siyasal çatışma, daha yumuşak bir modelle geçiştirilebilir miydi? Evet olabilirdi.

Ama olmadı!

Olmadı çünkü, bence bugün tüm çıplaklığıyla gördüğümüz gibi amaç, Ortadoğu’da sert ve sorgusuz yeni örgütlenmelere ihtiyaç vardı. 

Oysa Türkiye’de işler böyle ilerlemiyordu. Türkiye’de 1960 ortasında hızla gelişen ve 1970’lerin ilk çeyreğini içine alan, anti emperyalistlik, ulusalcılık, milliyetçilik, kemalizm, milli demokratik devrimcilik, bağımsızlık ve dünyada gelişen barış, silahlanma karşıtlığı gibi anlayışlar, Türkiye’de de büyük taraftar kazanmıştı.

 

Acilen bu gelişmenin önüne geçmek, Ortadoğu için planlanan 'Yeşil Kuşak' oluşturmak, Etnisite ve Mezhebi yeni yapılar yaratmak gerekiyordu ve bunun için, yeni bir kuşağa ihtiyaç vardı

Bu nedenle, yaşanan gerilim, çatışma ve düşmanlaştırma sonucunda; gençliğin ve meslek örgütlerinin en politik ve her siyasi kişiliğin kendince vatanı ve halkı için fedakârlık yapmayı onur kabul eden, ülkeyi idare etmeye aday 650 bin gencinin 5 binini toprağa, 230 binini işkencelere ve askeri hapishanelere doldurdular.

Aynı zamanda bu siyasal aktif kesimleri, tek taraflı ve muazzam aleyhte propagandalarla toplum nezdinde suçlu ilan ederek, bürokrasiden, siyasi partilerden uzak tutup, yaşanan tüm olumsuzlukların müsebbibi olduğu algısını yarattılar. 

Ve bunu en az 10 yıl gibi bir süre kesintisiz uyguladılar.

Böylece 60’lı-70’li yıllarda yetişen gençliğin büyük bölümünü, eski kuşaklardan kopardılar.

Bu kopuşun ardından, yerine yeni bir kuşak inşa etmeye çalıştılar. 

Yeni kuşak kimdi?

ABD ve işbirlikçisi 12 Eylül Yönetimince ( Ki buna tamalayıcı olarak Özal dönemi de dahildir) oluşturulan yeni toplum mühendisliği ve düzen beş temele oturtuyordu.

Birincisi; Cemaat ve tarikatların faaliyetlerine göz yumarak, bürokraside ve siyasal alanda palazlanmalarını sağlamak,

ikincisi; Etnik ayrımcılığı ve mikro milliyetçiliği körükmek,

Üçüncüsü: Kamuyu ve kamu hizmetlerinin piyasalaştırıp, ”neoliberal” sisteme uygun hale getirmek.

Dördüncüsü: Ulus devlet ve kurucu elitlere yönelik kara propagandanın önü açmak, (Öge)

ABD ve İşbirlikçileri bu modeli hayata geçiriken, oluşturmak istedikleri yeni kuşak, ülkeyi kendilerine bağlı hafif İslamcı, otoriteyi sorgulamayan, kişilik olarak yaşamı para, olanak ve pragmatizm olarak gören, anti ABD’ci olmayan bir yapıda olmalıydı.

Ayrıca, toplumun genel çoğunluğu, ulus devletler yerine, mezhebi yapıların, etnisitelerin daha değerli olduğunu savunan ve bu yapıların güçlenmesini sağlayan ve aralarında sürekli çelişki ve çatışmanın yaşandığı toplumsal bölüntülere uyum sağlayan insan malzemesine uygun olmalıydı.

Nitekim öyle de oldu. Uzun gözaltılar, uzun tutuklamalar ve gelen hükümetlere dayatmalarla, yeni model, ilk 5 yılı çok sert olmak üzere en az 10 yıl sürdü ve hala izlerini taşımaktadır.

(Bugünden geriye doğru baktığımızda ve özellikle Ortadoğu’yu incelediğinizde neredeyse tüm etnik örgütlerin ya Amerikancı ya da Rusyacı olduğunu görebiliriz. Yine mezhebi bölüntüye uygun örgütleri ve neredeyse tüm tarikatları incelediğimizde ya ABD’ci ya da İngilizci olduğunu görürüz.)

 

Nitekim aynı Ortadoğu’da olduğu gibi Türkiye’de de,  1980’lerde başlayan ve cunta kontrolünde geliştirilen Rabıta organizasyonu, tarikatlarla başlatılan ilişkiler, bunlara verilen devlet destekleri, sonra Özal dönemi ile birlikte her şeyi paraya endeksleyen pragmatist gençlik kültürü ve ardından ufak ufak gelişen FETÖ tipi örgütlenmelerin nasıl palazlandığı incelendiğinde, bu modelin adım adım nasıl gerçekleştiği, kurumsal yapıların nasıl teslim alındığı ve devlet kurumlarında ayrı hiyerarşilerin nasıl oluşturulduğu,  daha net olarak görülecektir.

Yeni anayasa, yeni partiler, yeni dernekler ve yeni sendikalar yasası ve bol ideolojik saldırı ile ABD ve Cuntanın yeni programı başarı sağladı ve 44 yıldır egemenliğini devam ettirmektedir.

ONUNCUSU; 12 EYLÜL CUNTASI NE YAPTI?

Kuşaklar arası kopuşun gerçekleşmesi için, 12 Eylül döneminde tutuklanmış olan gençler, sürekli tecrit altında tutuldu; işkence gördü, cezaevinden çıkınca itildi, kakıldı, suçlandı, öcü gösterildi.

Darbenin müsebbibi sayıldı, işsiz bırakıldı, yalnızlığa mahkûm edildi.

HZİ VAKFI İLE BEYİN KONTROLÜ ÇALIŞMALARI YAPILDI

Üzerlerinde Nazi Almanyası’nda görülen ‘Hitler’vari modeller uygulandı.

 

 

Amerikan ilaç tekellerinin hizmetinde çalışan ve CIA tarafından finanse edilen HZİ Vakfı’nı kurmuşlardı.

HZİ Vakfı tarafından, cuntanın emriyle Mamak ve Metris gibi siyasi tutuklu ve hükümlülerin çoğunlukta olduğu toplama kamplarını andıran cezaevlerinde sağcı ve solcu gençler üzerinde farmakolojik deneyler yaptılar.

Hipnoz, beyin fizyolojisi, elektromanyetizma gibi ‘zihin kontrolü’ ile alakalı alanları kapsayan araştırmalardan sonra Türkiye’nin en dinamik politik gençlerine tahlil de koymuşlardı.

Araştırmanın sonuçlarına göre, ‘sağcılar geri zekalı, solcularsa anti-sosyal’ çıkmıştı(!)

 

GÖZALTILAR, İŞKENCELER VE İDAMLAR…

Bu komedi ve vahşeti dönemin politik gençlerini tecrit etmek için kullanmaktaydılar.

Bu tecridi gerçekleştirebilmek için, 12 Eylül cuntası, 43 milyon olan ülke nüfusundan 1 milyon 685 bin kişiyi fişledi. 650 bin kişiyi işkenceden geçirdi. 210 bin dava açtı, 230 bin kişi yargılandı.

Ve sonuçta, hukuktan tamamen uzak, 12 Eylül Askeri mahkemelerindeki yargılamalardan çıkan sonuca göre;

Fişlenen her 1000 kişiden 990 kişi, gözaltına alınan her 100 kişiden 97 kişi ve örgüt davalarında yargılanan her 100 kişiden 93 kişi suçsuz bulundu, beraat etti.

Ben de gözaltına alınan, o 650 bin gençten biriydim. Yine yargılanan her 100 kişiden beraat eden, 93 kişiden biriyim.

Ne var ki burada özellikle belirtmek gerekir ki, yoğun işkencelerle ifadelerin alındığı  ve bu ifadeleri esas alarak iddianame, mütalaa ve hükme dayanak yapıldığı bir dönemde, hukuktan tamamen uzak, sıkıyönetimin cunta mahkemelerinden, örgüt üyeliği, eylemlere katılmak vb. türde hükmedilen cezaları da hukuki ve meşru değildir.

Ancak, bu süreçleri hazırlayan yabancı istihbarat-gladyo ile ve onlara yardım eden servislerle işbirliği yapanlar, ideolojik saikleri ne olursa olsun, suçludurlar, halk düşmanıdırlar, vatan düşmanıdırlar.

Tekrar dönersek, bu süre içinde açılan 210 bin dava ile 230 bin kişiyi yargıladı. 7 bin kişi için idam cezası istedi. 517 kişiye idam cezası verdi. 50 idam gerçekleştirdi. 388 bin kişiye pasaport vermedi. 30 bin kişiyi ‘sakıncalı’ deyip işten attı.14 bin kişiyi yurttaşlıktan çıkardı. 30 bin kişi ‘siyasi mülteci’ olarak yurtdışına gitti. Bu süre içinde 300 kişi kuşkulu, 171 kişi de ‘işkence’de öldü.

 

Kültür boyutunda ise; 937 filmi “sakıncalı” olduğu gerekçesiyle yasaklandı. 3 bin 854 öğretmen, 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine, görüşlerinden dolayı son verdi.

400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istedi ve toplam 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verdi.

Çeşitli gazeteler farklı zamanlarda toplam 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton kitap, gazete ve dergi imha edildi.

Tüm siyasi partiler kapattı, mallarına el koydu. Parti genel başkanı olan Demirel, Ecevit, Türkeş ve Erbakan’ı tutukladı. TÜSİAD ve Kızılay dışında tüm dernekleri kapattı.

Tüm yasalar ve gelenekler değiştirildi.

 

Velhasıl, Poul Hanze’nin J. Carter’a  “Our boys have done it”   demişti ya;

Doğru !..

Kim ne derse desin, işin gerçeği CİA ve işbirlikçi cunta, işi hem o gün hem de sonradan kurulan Türkiye açısından başardı !..

44 yıllık gelişme bunu gösteriyor.

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.