Tarafsız haber için doğru adrestesiniz. Haber, Haberler, güncel haberler, internet haber,son dakika haberleri, ogaste.com farkıyla takip edin. En son haberlere bizimle ulaşın.
Yasal Uyarı: Sitemizdeki tüm yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilmeden kullanılması kesinlikle yasaktır. -
Copyright© 2006-2025 Tüm hakları saklıdır.
HABER YAZILIMI ve
TURKTICARET.NET projesidir
Özlem Öz
Gösteriş fırtınası
Sosyal medyayı bir açıyoruz: Yüksek bütçeli cinsiyet partileri mi desem; olağanüstü organizasyonlarla evlilik teklifleri, çok ama çok abartılı doğumgünü partileri, yeni alınan arabalar, kocamdan hediye diyerek gözümüze sokulan takılar, yeni siparişlerin ekranda açılan kutuları mı desem; ne desem…
Farkında mısınız, önceden görgüsüzlük bile emek isterdi.
İnsan, mahallesinde gösteriş yapacaksa önce evden dışarı çıkmak zorundaydı. Yeni aldığı arabayı kapının önüne çeker, kaputunu parlatırken etraftan ona bakıyorlar mı diye, şöyle bir çevresinde göz gezdirirdi. Altın bileziklerini komşu gününde şakırdatmak, çocuğun karne hediyesini herkes duysun diye yüksek sesle anlatmak gerekirdi. Şimdi ise bu zahmet bile tarihe karıştı. Bir telefon kamerası ve kablosuz internetle görgüsüzlüğün ‘fast food’ versiyonuna kavuştuk: Anında, kolay, her an erişilebilir. Güzel bir arabanın önünde havalı bir fotoğraf… Bir filtre… Bir de storye “yeni bebeğim” yazdınız mı, tamamdır. Üstelik, acı bir gerçek var: O araba çoğu zaman kiralık.
Sosyal medya hayatımızın vitrini oldu, bunu kabullendik. Fakat bu vitrin artık sadece hayatı paylaşma yeri değil; hayatı parlatma, hatta kimi zaman abartarak sahneleme alanı. Kahvaltı masası, tatile gidilen otel, alınan yeni bir çanta… Her biri, gerçek değerinden çok daha fazlasını temsil ediyor. Çünkü artık amaç paylaşmak değil; “Bakın, bende bu var!” demek.
Burada mesele sadece gösteriş de değil, gösterişin amaç haline gelmesi. İnsanların ne yediğini, ne giydiğini, nereye gittiğini bilmek bizi zenginleştirmese de birilerine pirim veriyor yani birileri bu işlerle zenginleşiyor. Üstelik de tüm bunları paylaşarak bir değer kazanma çabası, modern zamanın en büyük yanılgılarından biri haline geldi. Beğeni sayısını başarı; takipçi sayısını ise saygınlık sanıyoruz. Oysa insanın kendini değerli hissetme ihtiyacı, ekrana yansıtılmış bir hayatla değil; gerçek ilişkilerle, gerçek üretimle, gerçek emekle karşılık bulur.
Tam bu noktada size Veblen’in muhteşem kitabı olan Aylak Sınıf Kavramı’ndan bir alıntı yapmak istiyorum. Kitap 1899 yılına ait. Bakalım o tarihten bu yana ne değişmiş.
“Çalışmayan kesimin barışsever centilmenleri, yiyecek, barınma, hizmet, süs eşyası, giyim-kuşam, eğlence gibi her şeyin en iyisini ve en pahalısını tüketirler. Ancak bu centilmenlerin, her şeyin iyisini özgürce tüketme zorunlulukları ile yakından ilişkili olarak, bunları en iyi şekilde nasıl sergileyeceklerini bilmek zorunlulukları da vardır. Boş vakitlerde onların “dolu hayatları” gerektiği gibi yaşanmalıdır. Boş zaman, başarının en büyük simgesidir. Soylu tavırları ve yaşam tarzları ile gösterişçi işsizlikleri ve gösterişçi tüketim standartları uyum içinde olmalıdır. Bu sınıf; evlerini, iş yerlerini, eşlerini ve kız çocuklarını, zenginliklerini ve güçlerini sergileyecek araçlar olarak görmüştür. Nesnelerin müsrifçe tüketimi, imtiyaz ve asilliğin işaretleridir. Doğal olarak hayatın lüks ve konforlu nesneleri bu aylak sınıfa aittir”
Her şey aynı değil mi?
Bu çağda, aynı görgüsüzlüğün dijital sürümü yaşanırken bir de bunun daha tehlikeli olan kısmı var: “Normalleştirme” gücü. Başkalarının sürekli lüks tüketim paylaşımlarını görenlerin “ben neden böyle yaşamıyorum?” diye kendini sorgulaması, sosyal medyanın görünmez baskılarından biri. Ve maalesef normalinin böyle olduğunu sanan bir kitle var. Ekranda herkes mutlu, herkes kusursuz, herkes zenginken; gerçek hayatta faturalar, kaygılar, sıradanlıklar var. Bu uçurumla birlikte, yeni depresyonlar, odaklanamama, kaygı bozuklukları, sosyal ilişkilerde gerileme sorunları ise bambaşka bir toplum problemi olarak çıkıyor karşımıza.
Ama esas tehlike, maruz kaldığımız gösteriş fırtınasının hayatın özünü silip süpürmesi. İnsanların kendi değerini, başkalarının bir parmak hareketi ile ölçmesi. Bir fotoğrafın altındaki beğeni sayısı ile kendi ağırlığını tartması. Hayatımızın vitrini büyüdükçe bizim küçülmemiz, bu vitrinin ışığı arttıkça bizim karanlıkta ve filtreler arkasında kalmamız. Halbuki iç sızılarımızı yok edecek, ruhumuzu parlatacak bir filtre henüz icat edilmedi.
Çünkü hayat, bu kadar çok gösteriş için fazla gerçek; ve esas lüks ise gerçek olabilmekte saklı.